Okula başlamamın üzerinden tam bir ay geçti. Dile kolay. Geçtiğimiz ay; -dır,-dir eklerini kullanmaktan itina etmeden, bir ders kitabı edasıyla yazdığım cümlelerden sonra yine adı “başlangıç” olan biriyle tanıştım, benim tanıdığım “başlangıçlara” hiç benzemiyordu. Sima olarak andırıyorlar birbirlerini yalan yok. Aynı hamurda yoğrulmuşlar ne de olsa. Gel gör ki farklı jenerasyonların çocukları onlar. Tanıştırayım bu “Zeynep” o da “Zeynep”. Aradaki farkı sorarsanız, her defasında tenimde yumuşak bir etkiye sahip olan o şeffaf perdeyi gözlerimle görebilmem yaklaşık yirmi yılıma mal oldu diye yanıtlayabilirim yalnızca. Neyse ki kelimeleri kullanmak konusundaki mahareti benden pek daha yetkin olduğu aşikar olan Irvin Yalom, bu konuda imdadıma yetişti. Terapi Öykülerini konu aldığı “Günübirlik Hayatlar” kitabında, geçmişi yeniden yazmak ifadesini kullanıyordu. Sayfayı okur okumaz gözümü önümdeki A4’e çevirdim. Silip silip tekrar yazmaktan yavaştan aşınmaya yüz tutmuştu. Ama yırtılmasına daha çok vardı. Bir hayli çok. O an eğer önümde tertemiz, ilk elden bir kağıt duruyor olsa nasıl bir hayat deneyimim olacağını düşündüm. Kuru kupkuru bir ağaç belirdi gözümün önünde. Her defasında evrilen kendime, dönüşen kelimelerime, boy atan cümlelerime teşekkür ettim.
Doğrusu zihnimi uzun zaman önce kök saldığı mağarasından bir anda kapı dışarı etmek sandığımdan çok daha yorucu bir görevdi. Yeni girişlere alışmak, yeni çıkışlara alışmak, yeni basamaklara, yeni vagonlara, yeni simalara, yeni anılara, yeni korkulara, yeni zevklere, yeni, yeni, yeni….alışmak. Neyseki zihnim yaşarken, yazarken algıladığı kadar çok şeyi algılayabilecek kadar gelişmemiş durumda. İnsan yaş aldıkça, eksikliğine şükran duyduğu şeylerin sayısı artıyor sanırım. Bu ay bir kez daha deneyimlediğime göre, önünüzdeki süreç her ne kadar gözünüzü korkutuyor, uykularınızı kaçırıyor olsa da, insanın samimi bir hisle akışa dahil olmak istediği, suyun kaldırma kuvvetini en ücra uzuvlarında hissetmeye hem razı hem talip olduğu zamanlarda, günler birbiri ardına koşuşturuyor. Kafanızın içinde kurduğunuz o ihtişamlı senaryolar, küçük bir su birikintisine dönüşerek sabahın ilk ışıklarıyla atmosfere karışıyor. İşte benim için Tıp Fakültesinin ilk ayı da aynı bu şekilde gelişti. Sürekli bir anlama, sezme, işleme, öğrenme, adapte olma durumu halindeydim. Takdir edersiniz ki tüm bunlar zihnim için çetrefilli işlerdi. Bu yüzden olacaktır ki kafamdaki bu ay ile ilişik her bir an bir hayli bulanık.
Bu sayfanın internet galaksisindeki küçük dutluğum olması göz önünde bulundurulduğunda, pek çok konuda ileri geri konuşma özgürlüğüne sahip olsam da Tıp’ı Pasifik Okyanusu olarak hayal ederseniz, ben hali hazırda banyonuzda akan su bile değilim. Bu ay etrafımda duyduğum cümleleri sıklıklarına göre sıralayacak olsam muhtemelen başı “ben hiç doktor hissetmiyorum” cümlesi çeker. Sakın, şikayet ettiğimi zannetmeyin! İyi işlenen temel bilim derslerime girmekten de çalışmaktan da gayet keyif alıyorum. Pek de verim alamadığım dersleri ise klinik ağırlıklı olsa da sevmeyecektim zaten. Ve sanıyorum ki doktor hissetmeme hali yeni bir hal olarak belirmediği için bünyemde, temel bilim derslerimle mutlu sayılırım. Eğer sınavla öğreten, sınavla değerlendiren, sınavla büyüten bir eğitim sisteminde büyüyen bir çocuksanız; bir noktada sizin de olaylara bakış açınızı günün sonunda aldığınız çıktılar şekillendiriyor. Hayatınız boyunca süreciniz değil sonucunuz değerlendirilmiş aksi mümkün mü! Bundan ileri geliyordur diye düşünüyorum ki ilk komite sınavımdan sonra tıp eğitimiyle alakalı fikirlerimi çok daha berrak bir şekilde ifade edebileceğim. Yine de eğitimin başat unsurları insanlar hakkında birkaç kelam edeyim. Doğrusu tıpçılar beklediğimden çok daha sosyal ve dışa dönükler. Yalnız kurtlar yok mu, elbette var. Nerede yok ki! Bahsedildiği kadar zor bir eğitim süreci mi bilmiyorum ama çok uzun olduğu kesin. Bu süreçte insanların sıkıntılarını kabuklarına çekilerek değil, dışarıya akıtarak gidermeye çalışıyor olduklarını görmek beni geleceğe yönelik bir nebze rahatlattı. Etrafında paylaşım yapabileceğin seninle benzer hayat hikayelerine sahip olduğunu bildiğin insanların var olması, insanın kendini akışa bırakmak konusundaki özgüvenini arttırıyor. Her ne kadar tanıştığım insanlar benim tıpa karşı gerginliğimi biraz olsun gidermiş olsa da bir ay boyunca tanıştığım birçok öğrencinin Tıp Fakültesi okuma motivasyonu ülkem hakkında her seferinde canlı tutmaya emek sarfettiğim umutlarımı boşa çıkardı. Buraya gelmeden önce de sosyo-ekonomik şartların tercihler konusunda oldukça etkili olduğunun bilincindeydim fakat bu kadar kollektif bir kaygıyla birinci elden tanıșmıș olmak beni biraz sarstı. İnsanların doktor olmayı elli yıl önce de șimdi de garanti meslek olduğu için talep etmeleri, yıllardır yerimizde saydığımız gerçeğini sert bir şekilde yüzüne çarpıyor insanın. Neyse…gözleri kapat, kulakları tıka, her zamankinden. Hala doktorlardan korkuyorum, tıp fakültesinde geçirdiğim bir ay bu konuda pek de mesafe kaydetmemi sağlamadı. En azından zaman geçtikçe onların da bizim gibi etten kemikten, yanılabilen, üzülebilen, stres olabilen insanlar olduğunu gördükçe; toleransım artıyor.
Bu sıralar zaman zaman koșturmacadan, hızdan, düzensizlikten şikayet ediyor olsam da her șey durulduğunda, akrebin yelkovanı kovalamaktan vazgeçtiği monoton zamanlarda özleyeceğim bu vakitleri. İçimi bir duygu kaplayacak, o başlangıçların coşkusuna duyduğum haset mi gıpta mı bir türlü ayırt edemediğim bir duygu…Geçmişe dair her hatıratımın içinde var olan o cilveli duygu. Sağlıcakla.
Comments